bow

US /baʊ/
UK /baʊ/
"bow" picture
1.

fiyonk, kurdele

a knot tied with two loops and two loose ends, used for tying shoelaces and decorative ribbons.

:
•
She tied her hair back with a pretty pink bow.
Saçını güzel bir pembe fiyonkla bağladı.
•
He tied his shoelaces in a double bow.
Ayakkabı bağcıklarını çift fiyonk yaptı.
:
knotloopribbon
2.

yay

a weapon for shooting arrows, typically made of a curved piece of wood or metal with a taut string joining its ends.

:
•
The archer drew his bow and aimed at the target.
Okçu yayını gerdi ve hedefi nişan aldı.
•
He learned to shoot a bow and arrow at a young age.
Küçük yaşta yay ve ok atmayı öğrendi.
:
longbowcrossbow
3.

yay, keman yayı

a rod with horsehair stretched along its length, used for playing stringed instruments.

:
•
The violinist drew the bow across the strings.
Keman çalan kişi yayı tellerin üzerinden geçirdi.
•
He needed to re-hair his cello bow.
Çello yayının kıllarını yenilemesi gerekiyordu.
:
fiddlestick
1.

eğilmek, selam vermek

bend the head or upper part of the body as a sign of respect, greeting, or shame.

:
•
The audience bowed in appreciation after the performance.
Seyirciler gösteriden sonra takdirle eğildi.
•
He bowed his head in shame.
Utanç içinde başını eğdi.
:
curtsygenuflectnod
2.

eğmek, bükmek

bend or cause to bend, especially in a curve or angle.

:
•
The old bridge began to bow under the heavy load.
Eski köprü ağır yük altında eğilmeye başladı.
•
The branches bowed with the weight of the snow.
Dallar karın ağırlığıyla eğildi.
:
bendcurveflexstoop
:
bow tiebow windowtake a bowbow and scrape