fret
US /fret/
UK /fret/
1.
endişelenmek, üzülmek
be constantly or visibly anxious
:
•
Don't fret about the exam, you'll do great.
Sınav için endişelenme, harika yapacaksın.
•
She would fret over every little detail.
Her küçük ayrıntı için endişelenirdi.
2.
aşındırmak, oymak
gradually wear away (something) by rubbing or gnawing
:
•
The constant rubbing of the rope began to fret the wood.
İpin sürekli sürtünmesi ahşabı aşındırmaya başladı.
•
The river had fretted a deep channel through the rock.
Nehir kayanın içinden derin bir kanal oymuştu.
1.
endişe, üzüntü
a state of anxiety or distress
:
•
She was in a constant fret about her children.
Çocukları için sürekli bir endişe içindeydi.
•
His face was a picture of fret.
Yüzü endişe doluydu.
2.
perde
a ridge or bar on the fingerboard of a stringed musical instrument, such as a guitar or violin, to regulate the pitch
:
•
He pressed his finger firmly on the fret to play the note.
Notaları çalmak için parmağını perdeye sıkıca bastırdı.
•
The guitar has 22 frets.
Gitarın 22 perdesi var.