ground
US /ɡraʊnd/
UK /ɡraʊnd/
1.
2.
3.
neden, gerekçe, dayanak
reason or justification for something
:
•
There is no ground for complaint.
Şikayet için bir dayanak yok.
•
His argument had no factual ground.
Argümanının gerçek bir dayanağı yoktu.
1.
uçuşu yasaklamak, yere indirmek
to prevent (a pilot or an aircraft) from flying
:
•
The bad weather grounded all flights.
Kötü hava tüm uçuşları iptal etti.
•
The airline grounded the entire fleet for safety checks.
Havayolu, güvenlik kontrolleri için tüm filoyu yere indirdi.
2.
eve hapsetmek, cezalandırmak
to punish (a child or young person) by forbidding them to go out
:
•
My parents grounded me for a week after I broke curfew.
Sokağa çıkma yasağını çiğnedikten sonra ailem beni bir hafta eve hapsetti.
•
She was grounded from using her phone.
Telefonunu kullanması yasaklandı.
3.
topraklamak, toprağa bağlamak
to connect (an electrical circuit) to the earth or a large conducting body to complete a circuit or provide a safety return path
:
•
Make sure the appliance is properly grounded.
Cihazın doğru şekilde topraklanmış olduğundan emin olun.
•
The electrician will ground the new wiring.
Elektrikçi yeni kabloları topraklayacak.
4.
dayandırmak, temellendirmek
to base (something) on firm factual or rational grounds
:
•
His theory is well grounded in scientific evidence.
Teorisi bilimsel kanıtlara iyi dayanmaktadır.
•
The decision was grounded in extensive research.
Karar kapsamlı araştırmalara dayanıyordu.
1.
ayakları yere basan, gerçekçi, sağduyulu
having a good understanding of basic facts and principles; sensible and realistic
:
•
She's a very grounded person, always calm and practical.
Çok ayakları yere basan bir insan, her zaman sakin ve pratik.
•
Despite his success, he remained humble and grounded.
Başarısına rağmen mütevazı ve ayakları yere basan biri olarak kaldı.